Sanayicinin Gerçek Sorunu Üretim Maliyetleri Değil, Katma Değer Yaratamamaktır
Bir çok toplantıda, basın ve yayın organlarında sanayicinin problemleri gündeme geldiğinde genel olarak şu sorunlar gündeme gelir;
Enerji fiyatları çok yüksek,
İşçilik maliyetleri çok yüksek,
Vergiler çok yüksek,
Taşıma ve lojistik maliyetleri çok yüksek,
Faiz oranları çok yüksek,
CE, İSO9000, İş güvenliği vb ek maliyetler çok yüksek
Vb maliyetler çok yüksek !
Evet gerçekten de Türkiye’deki enerji fiyatlar, işçiliğin üzerindeki maliyetler, el değiştirme ve taşıma maliyetleri, bazı standartları uygulama maliyetleri, vergi maliyetleri, faiz maliyetler vb gibi maliyetler gerçekten bir çok dünya ülkesine göre çok yüksektir. Bu maliyetlerin yükselmesi satış fiyatının yükselmesine veya rakiplere göre rekabet avantajının azalmasına sebep olmaktadır. Böylece istenmeyen ciroların ve kârın azalması problemi ortaya çıkmaktadır.
Ama şu bir değişmez gerçektir ki kredi faiz oranları hariç bu maliyetlerin, yani enerji, işçilik, vergiler, taşıma ücretleri ve standartları uygulama maliyetlerinin kısa ve orta vadede düşmesi mümkün değildir.
Çünkü devletin bu güne kadar gelen enerji politikası enerji maliyetlerini indirecek seviyede değildir. Enerji ağırlıklı olarak petrol ve doğal gaza dayandırılmıştır ki bunun kısa ve orta vadede düzelmesi mümkün değildir.
İşçilik maliyetlerinde ise hem işçilik üzerinden devletin aldığı para, hem de işçiye verilen para özellikle fiyat rekabeti yapan Çin, Hindistan vb. ülkelere göre yüksektir. Ama devletin en iyi alabildiği vergi olan istihdam vergisinden ve sadece kendisinin topladığı sigortadan vazgeçmesi mümkün değildir. İşçiye verilen ücret belki uzak doğuya göre yüksektir ama bizim insanımız fakir olsa da belirli bir yaşam standardı vardır. Asgari ücretin 100 dolar olması mümkün değildir. Zaten bu fakirleşme demek olduğundan kimse istemez. Dolayısı ile denebilir ki iş çilik maliyetlerinin düşmesi mümkün değildir.
Yine aynı şekilde devlet aldığı vergiden memnun değil, bunu arttırma, en azından yaygınlaştırma eğilimindedir. Bunun azaltmayı düşünmemektedir. Verginin düşük olduğu ülkelerde ekonomik canlılık ve büyümenin daha iyi olduğu bin yıldır bilinen bir gerçek olmasına karşın devletin vergilerden vazgeçememe hastalığı , vergilerin kısa ve uzun vadede düşmesinin mümkün olmadığını göstermektedir.
Türkiye’deki taşıma ve el değiştirme maliyetleri hem petrol fiyatlarından, hem de taşıma üzerindeki vergilerden dolayı yüksektir. Bunun da kısa ve orta vadede yine devlet politikasından dolayı düşmesi mümkün değildir.
Özellikle son yıllarda zorunlu hale gelen CE, Bazı konularda Kalite Belgesi, Tescil zorunluluğu, çevre standartları, iş güvenliği vb. gibi uygulamaların da ortadan kalkması mümkün değildir. Çünkü Türkiye uluslar arası anlaşmalara imza atmıştır ve buralarda bu standartları uygulayacağına dair taahhütte bulunmuştur . Bu taahhüt olmasa bile uluslar arası ticaret bunları zaten zorunlu kılmaktadır. Dolayısı ile maliyetleri arttıran bir unsur olan standartları uygulama zorunluluğunun azalması mümkün değildir.
Kredi faiz oranlarına gelince dünyada milyarlarca dolar yatırım veya düşük faizli kredi vermeye hazır para varken Türkiye’de halâ faiz oranlarının yüksek olması önceden bahsettiğimiz kriterlerle bağlantılı olmasının yanında tamamiyle devlet politikalarının yanlışlığından ortaya çıkmaktadır. Ama bir gerçek var ki kredi faiz oranları da devlet politikalarına bağlıdır . Devlet politikası radikal çözüm üretebilirse en zor gözüken bu bölüm en kısa zamanda bile çözülebilir. Faizlerin düşmesi için elbette ki siyasal istikrar önemlidir. Ancak yeterli değildir. Paradan alınan verilerin düşürülmesi, bankacılık faaliyetlerin kolaylaştırılması, yatırım ortamının iyileştirilmesi vb politikaların kısa vadede uygulanması zor gözüktüğünden faiz oranlarının düşmesi kısa vadede beklenmemelidir.
Peki bu durumda sanayici ne yapacak. Gerçekten de rekabetçiliğini azaltan bu üretim maliyetleri kısa vadede düşmeyecekse, gittikçe kârlılığının azalması ve en sonunda küçülmesi ve yok olması anlamına mı gelir?
Elbette ki hayır. Gerçekten Türkiye’de üretim maliyetleri özellikle uzak doğu ülkeleri düşünüldüğünde çok yüksektir. Örneğin Çin, Hindistan, Bangladeş, Vietnama göre başta işçilik olmaz üzere bir çok üretim maliyeti yüksektir. Ama gelişmiş ülkelere göre çok da yüksek değildir. Örneğin Almanya’da vergiler Türkiye’den yüksektir. İşçilik maliyetleri hakeza Türkiye’den kat kat fazladır. Ama Almanya 1 Trilyon Dolar ihracatla dünya şampiyonluğunu elinden bırakmama niyetinde gözükmektedir. O zaman cevaplanması gereken soru; “ üretim maliyetlerini nasıl düşürebiliriz?” değil, “Üretim maliyetlerini düşürmeden ciroları arttırmak ve rekabet etmenin yolu nedir?” sorusudur. Çünkü Asıl sorun üretim maliyetlerinin yüksek oluşu değil Türk sanayicisinin “katma değer” üretememesidir.
Katma değer denilen şey herhangi bir mamülün üretim maliyetinin üstünde, normal kâr marjından hariç elle tutulmayan bir değer konularak satılmasıdır. Örneğin Türkiye’de bir denim üreticisi 1.000 işçi ile 50 milyon dolarlık bir ciro üretebilir, ama Avrupa’lı veya Amerika’lı moda üreticisi bu denim kumaşa bir dizayn vererek iyi bir marka değeri ile, daha az içi ile 500 milyon dolarlık bir ciro üretebilir. En çok övündüğümüz otomotiv sektöründen örnek verirsek bir otomobilin fiyatı ortalama üretim maliyeti 10.000 dolar ise Türkiye’deki bir üretici 1.500-2.000 Dolar para kazanırken marka sahibi asıl üreticiler bunun kat ve katı para kazanmaktadırlar. Sonuçta bizler de, marka ve teknoloji sahibi üreticiler de hemen hemen aynı üretim maliyetleri ile karşı karşıyadır. Ama marka ve teknoloji sahibi üreticiler daha fazla para kazanmaktadırlar. İşte katma değer denilen şey budur. Katma değerli ürünlerin, ürünü bir araya getiren parçaların maliyetleri, ona harcana işçilik maliyeti ve kâr toplamının haricinde zenginlik yaratan bir değer eklenmesidir. Zenginlik yaratan katma değerin en önemli iki unsuru marka ve teknolojidir. Piyasada büyük bir yanılgı olan Marka gücü katma değer elde etmek için tek başına yeterli değildir. Ağer arkasında bir teknoloji, tasarım gibi fark yaratacak bir yenilik varsa tüm bunların toplamı katma değeri ortaya çıkarır.
Kimler Katma Değerli Ürün ve Hizmet Üretiyor?
Öncelikle katma değerin ölçümü için temel kurallar olmasa da firmaların ve ülkelerin ürettiği teknolojilere, tasarımlara ve dünya markalarına bakmak lazım. Teknoloji üretiminin en önemli ölçümü firmaların veya ülkelerin ürettikleri patent sayılarına bakmaktır. Bir firma ne kadar patent üretiyorsa o kadar çok yeni ürün veya teknoloji üretiyordur anlamına gelir. Örneğin Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatının (WIPO) rakamlarına bakıldığında en çok patent üreten ülkeler sırasıyla Japonya, Amerika, Güney Kore, Çin ve Almanya’dır. Türkiye bu sıralamada 37. sıradadır.
Global marka derecelendirmelerine baktığımızda uluslar arası olarak bunları derecelendiren iki önemli kurum olan Interbrand ve Brandfinance kurumlarının sırlamalarında Türkler ilk 100’e bile girememektedirler. Şunu tekrar belirtmek gerekir ki marka derecelendirmeleri sadece pazarlama başarılarından değil, bu başarıların elde edilmesini sağlayan teknoloji ile de alakalıdır. Örneğin Toyota, Honda, Sony, HP veya Apple gibi firmaların marka değerlerini oluşturan en önemli unsur teknoloji ve tasarım üretmeleridir.
Peki Katma Değer Nasıl Üretilir?
Bu sorunun tek bir cevabı yoktur. Katma değer üretmenin yolu Türkiye’de 90’lı yıllardaki gibi çok sayıda tekstil makineleri alıp üretebildiğin kadar tekstil üretmek şeklinde olsa eminiz Türk firmaları şimdiye kadar dünya markası olmuştu. Ancak iş o kadar kolay değil. Çünkü katma değer üretmek sadece çok çalışmak ile değil, çalışmaları bilgece yapmak, yani bilgiyi tüm üretim ve pazarlama süreçlerinde kullanmaktır. Katma değerli üretim için yeni ürün geliştirme, yeni tasarım geliştirme, Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) faaliyetleri çok önemlidir. Bu küresel gerçeği tespit etmiş olan bir çok firma artık rekabetçiliğini sadece verimlilik ve düşük maliyetler üzerine değil, inovasyon faaliyetleri üzerinde çalışarak arttırmaktadır. Ancak burada çok önemli bir konuyu da ihmal etmemek gerekir. Yine WIPO’nun (Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı) yaptığı bir araştırmaya göre Güney Kore’de 1 milyon dolarlık bir Ar-Ge yatırımı sonucu 4,7 adet patent elde edilmektedir. Türkiye’de ise 1 milyon dolarlık bir Ar-Ge yatırımı sonucunda 0,14 patent elde etmektedir. Bu şu anlama gelir. Güney Kore’deki sanayicinin Ar-Ge’si Türkiye’deki sanayicinin Ar-Ge sine göre 30 kat daha verimlidir. Zaten Güney Kore sanayisinin sıçrama yapmasının en önemli sebebi Hızlı Ar-Ge ve Teknolojik inovasyonu yapabilmesidir. Yine buradan Türkiye’de yapılan Ar-Ge ve yeni ürün geliştirme çalışmalarının verimsiz olduğu, Ar-Ge, Yeni Ürün Geliştirme ve Teknolojik İnovasyon konusunda metodolojilerin bilinmediği ve uygulanmadığı ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak;
Türkiye’deki sanayici elbette ki üretim maliyetlerini düşürücü tedbirler ne ise onu yapmak durumundadır. Ama dünyada artık özellikle global rekabet ortamında bu yeterli değildir. Firmaların rekabet üstünlüğü elde etmesi için Ar-Ge, Yeni Ürün Geliştirme faaliyetleri yapmalıdır. Elbette ki sanayicinin kıt zaman ve finansal durumundan dolayı bunların pazarda başarılı olacak şekilde olması, yani t inovasyona dönüşmüş olması gerekir. Bunu göre ve ilk adımı atan sanayiciler çözüme mutlaka ulaşacaktır. Yapılan yenilikçilik faaliyetlerine ilave olarak bu faaliyetlerin rakiplere karşı korunması için patent ve iyi bir pazarlama için markayı gözden kaçırmamak gereklidir. İnovasyon + Patent + Marka stratejilerini uygulayan firmalar katma değer üreten firmalardır. Bu firmaların ciroları ve kâr marjları artar. Rakiplerine göre üstün hale gelirler. Klasik üretim ve satış yapmaya devam eden firmalar, eriyen kârlar ve kızgın rekabet içinde yok olmaya mahküm olacaklardır.
Hasan DEMİRKIRAN
Avrupa Patent Vekili
Kordinat Yönetici Ortağı